Biz
Büyüyen ölçeklerin, kalabalıklaşan kentlerin ve değişen iklimin karşısında, “mimarlık” anlayışının giderek daha çok zorlandığının farkındayım. Mimarinin insanlara sadece mutluluk değil, mümkün dünyalar hayali de verebileceğine inanıyorum. Bu nedenle mimari tasarımlarımda disiplinler arası bir yaklaşımla, dinamik bir mimarlık anlayışını öne çıkarıyorum. Şüphesiz bu dinamik anlayışın temelinde olan ise, yaşadığım bu kadim toprakların bilgeliği.
Dert edindiğim kavramlar var; zamansızlık, yavaşlık, sürdürülebilirlik gibi. Türettiklerim var; İddialı yok oluş gibi.
Yaşamın bütünlüğünü ve hafızayı dışlayan bir mimari anlayışın, zamanın çarkları arasında yok olup gideceğini düşünüyorum. Kültürel hafızadan kopuk bir tasarım sürecinin neticesi olan çarpık kentleşme, çocuklarını yiyen Kronos’a dönüşüyor. Bu yüzden Wim Wenders’ın unutulmaz filmi “Berlin Üzerindeki Gökyüzü”nde trapezci kadının iç konuşmasında sorduğu soru, zihnimde sürekli yankılanıyor: “Ama ya zamanın kendisi bir hastalıksa?”
Zamansızlık şüphesiz ki yavaşlıkta aşikâr oluyor. Mevcut dünya düzeninin hepimizi zorladığı hız, sorunlarımızı çığ gibi büyütüyor. Yetişme ve yetiştirme telaşının yarattığı hafıza kaybı ile ardımızda bıraktıklarımız, kültürel bir miras değil, devasa bir çöplük sanki. Fark ediyoruz ama karşı koyamıyoruz. Oluşturduğumuz bu dev çöplük karşısında sanki ondan kaçmak ister gibi daha da hızlanıyoruz. Klee’nin Angelus Novus’u gibi sırtımız geleceğe, yüzümüz geçmişteki yıkıntılara dönük olarak bu fırtınayla sürükleniyoruz. Milan Kundera, Yavaşlık romanında bu ruh halini şöyle betimler:
“…Yavaşlığın düzeyi anının yoğunluğuyla doğru orantılıdır; hızın düzeyi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. Yavaşlıkla anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır. Bir şey anımsamak isteyen kimse yürüyüşünü yavaşlatır. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır…”
Bu yüzden tasarımlarımın, bize empoze edilen bu baş döndürücü hızı yavaşlatmasını amaçlıyorum.
Mimarlıkta, tüm bu felsefi sorgulamaların haricinde, yola çıkarken sorulması gereken başka sorular da mevcuttur. Yapının cephesi, gölge ve ışık dengeleri, kullanıcının ihtiyaçları, binanın ana programı, yoğunluk gibi işin zanaat kısmını daha çok ilgilendiren ve piyasa dediğimiz yapıda varlığımızı sürdürmemizi sağlayan sorulardır bunlar. Ancak günümüzdeki biyo-iklimsel değişiklikler, küresel ısınma gibi sorunlar karşısında şüphesiz ki bu sorulara, sürdürülebilirlik çerçevesinde yeni sorular eklemek gerekmektedir. Günümüzde yoğunlaşan kent nüfusunun ve buna bağlı olarak artan konut talebinin, insan ve doğa ilişkisini olumsuz yönde etkilediği görünür bir problemdir. Dünyanın doğal kaynaklarının neredeyse yarısının inşaat sektörü tarafından kullanıldığını da düşünürsek, ortaya çıkan tabloya karşı, sürdürülebilir mimari anlayışının marjinal bir fikir değil, bir ihtiyaç olduğu aşikardır. Ancak bu ihtiyacın, işaret ettiği tüketim eleştirisinden muaf olmadığını da unutmamak gerektiğini düşünüyorum.
Dert ettiğim tüm bu kavramlar, her mimarın peşinde olduğu tekillik fikrinin gölgesinde boy veriyor. Mimarlığın, günümüzde topoğrafya ile ilişkisinde ele alındığında, tekillik, sorunlu bir kavrama dönüşüyor. Doğal oluşuma kendi dogmasını dayatmamak adına, doğa gibi esnek, üretken ve değişebilir bir geometri anlayışı ile, yapıt, sanki gözden kaybolmayı da seçiyor. Baudrillard, mimarlık ve felsefe ile ilgili gerçekleştirdiği bir söyleşide, mimari yapıtın, ortaya çıkış kadar kayboluşa da hakim olması gerektiğini işaret eder. Belki de tam bu sınırda açığa çıkıyor tekillik. Oluşun ve yok oluşun sınır çizgisinde. Zaten sanat da sınır ihlali değil midir?